Logo

Logo

28 Eylül 2025 Pazar

🎓 Öğrenmesiz okullaşma: Diploma var, bilgi yok!

Hepimiz şu sahneye aşinayız:
Okul bitti, diploma alındı, aile gururlu, Instagram’da kep fırlatma pozları havada uçuşuyor. 📸🎉
Ama birkaç yıl sonra aynı mezuna bir Excel dosyası açtırmaya çalışıyorsunuz, ekrandaki gözlerle sizin gözleriniz buluşuyor: “Hocam, hangi tuşa basıyorduk?”

İşte bu çelişkinin adı: Öğrenmesiz okullaşma. 


📚 Peki nedir bu “Öğrenmesiz okullaşma”?

Kısaca: Okula gidip yıllarca ders görüp sonunda çok az şey öğrenmek.
Yani:

  • “Okullu” olmak ≠ “Bilgili” olmak

  • Diploma ≠ Yetkinlik

  • Ders çalışmak ≠ Problem çözebilmek

Başarıyla mezun olup hayata atılan ama gerçek dünyada tökezleyen milyonların hikayesi…


🏫 Okul = Bilgi fabrikası mı?

Eskiden okul bilgi deposuydu. Öğretmen anlattı, öğrenci yazdı.
Ama internet çağında GenAI ve YouTube okuldan daha hızlı öğretiyor.
Okul hala sınav, ödev ve ezber döngüsüne sıkıştıysa, sonuç: öğrenmesiz okullaşma.


📉 Öğrenmesiz okullaşmanın belirtileri

  • Formülü ezberle ama gerçek hayatta kullanma: ✅

  • Tarih sınavını geç ama seçimde araştırmadan oy ver: ✅

  • Sunum yap ama kendini ifade edeme: ✅

  • 12 yıl İngilizce dersi al, hala “How are you?”da takıl: ✅


💼 İş dünyasında etkisi

İşe alımlarda sık duyulan yakınma:

“Diploması var ama iş yapamıyor.”

Çünkü sistem diplomanın varlığını ölçüyor, öğrenme kapasitesini değil.
İşveren “yetkinlik” arıyor, okul ise “mezuniyet” veriyor. Sonuç?
Öğrenmesiz okullu ama işsiz gençler.


🚀 Çözüm: Okullaşma değil, öğrenme kültürü

  • Ezber değil deneyim: Projeler, uygulamalar, saha çalışmaları

  • Diploma değil beceri: İletişim, problem çözme, işbirliği

  • Not değil merak: Sorgulayan ve öğrenmeyi öğrenen bireyler

Çünkü gelecekte en büyük yetkinlik yeni şeyler öğrenebilme gücü olacak.


🎭 Biraz da mizah…

  • 4 yıl işletme okudun, hala kendi bütçeni yapamıyorsun.

  • 6 yıl İngilizce dersi aldın, turist yol sorsa Google Translate’e sarılıyorsun.

  • Matematik olimpiyatlarına hazırlandın ama hala markette para üstünü hesaplayamıyorsun.

Tanıdık geldi mi? 😅


✨ Son söz

“Öğrenmesiz okullaşma” geleceğin en büyük tuzaklarından biri.
Gerçek başarı sadece okula gitmek değil, öğrenmeyi hayat boyu sürdürebilmek.


💬 Sizce bugünün eğitim sistemi öğrenmeyi mi öğretiyor, yoksa sadece diplomayı mı veriyor?



🧬 Biyoaristokrasi: Genetik loterinin kazananları mı, yeni çağın ayrıcalıklıları mı?

Aristokrasi deyince aklımıza hemen şatafatlı şatolar, soyluluk unvanları ve kraliyet düğünleri geliyor. 👑
Ama modern dünyanın aristokratları at sırtında değil, DNA zincirlerinin üzerinde yükseliyor olabilir.

Karşınızda: Biyoaristokrasi!


🔍 Biyoaristokrasi nedir?

Kısaca: Sağlık, zindelik ve uzun ömür açısından genetik şansa sahip olanların ayrıcalıklı hale gelmesi.

  • Kimileri 90 yaşına kadar koşu yapabiliyor

  • Kimileri metabolizmasını “fast-food proof” (hızlı yemek geçirmez) şekilde miras alıyor

  • Kimileri ise kansere veya diyabete karşı doğal bağışıklıkla doğuyor.

İşte bu genetik piyango kazananları farkında olmadan “biyoaristokrat” haline geliyor. 🎰🧬


💼 İş dünyasında biyoaristokrasi

Kulağa abartı gibi gelebilir ama düşünün:

  • Daha enerjik olan çalışan projelere daha çok yetişiyor.

  • Daha stres dayanıklı olan yönetici kriz anında soğukkanlı kalabiliyor.

  • Daha sağlıklı olan kişi kariyerinde ara vermeden ilerliyor.

Sonuç? İş performansında görünmez bir genetik eşitsizlik.



🧘 Günlük hayatta biyoaristokrasi

Bazen arkadaş grubunda fark edersiniz:

  • Birisi hiç spor yapmaz ama hep fit kalır.

  • Diğeri “dışarı çıkınca hasta oluyorum” modunda yaşar.

  • Biri 4 saat uykuyla enerjik uyanır, diğeri 10 saat uyuyup hala kahveye ihtiyaç duyar.

İşte hayatın küçük göstergeleri: biyoaristokrat vs. sıradan ölümlü. ☕😅



⚖️ Tehlikeli bir gelecek mi?

Bilim ilerledikçe “biyoaristokrasi” artık sadece şansa değil, paraya da bağlanabilir:

  • Genetik düzenleme ile “tasarım bebekler”

  • Yaşlanmayı geciktiren ultra pahalı tedaviler

  • Biyo-hack’lerle “üstün insanlar"

Yani aristokrasi soyadlarla değil, DNA düzenleme bütçesiyle gelebilir. 💸🧬


🌱 Çözüm ne?

  • Farkındalık: Genetik ayrıcalıkların farkında olmak

  • Adalet: Sağlık ve beslenme imkanlarını herkese erişilebilir kılmak

  • Empati: “Herkes aynı şartlarda koşmuyor” gerçeğini unutmamak



✨ Kısacası:
Dünya artık “soylu kanı” değil, “soylu genleri” konuşuyor olabilir.
Ama unutmadan:
Ekosistem güçlüdür, egosistem zayıf.
Gerçek aristokrasi birlikte sağlıklı yaşama sanatıdır. 🌍


💬 Peki siz ne düşünüyorsunuz?
Genetik ayrıcalıklar hayatımızı ne kadar etkiliyor?

  • %100 kader mi,

  • Yoksa %50 şans, %50 yaşam tarzı mı?



🪞 Egosistem: Ben, ben ve yine ben evreni

Hepimiz “ekosistem” kavramını biliyoruz:
Birbirine bağlı canlıların uyum içinde yaşadığı, dengeye dayalı bir sistem. 🌱🌍

Ama iş dünyasında ve ilişkilerde sıkça karşılaştığımız bir başka sistem daha var:
👉 Egosistem.

Yani “ben merkezli”, “her şey benim etrafımda dönüyor” anlayışının hüküm sürdüğü görünmez bir evren. 🚀 


🎭 Egosistemde yaşam rehberi

Egosistemin kuralları basittir:

1) Ben haklıyım.

2) Ben en iyisini bilirim.

3) Ben olmazsam hiçbir şey olmaz.

Sonuç?

  • İş yerinde: Mikro yönetim yapan, takım çalışmasını baltalayan patronlar

  • İlişkilerde: Partnerinin ihtiyaçlarını duymayıp sürekli “benim dediğim olsun” diyen kişiler

  • Sosyal hayatta: Her fırsatta övünen, başarılarını abartan ve başkalarını gölgeleyen tipler


💼 İş dünyasında egosistem

Egosistemin en çok görüldüğü yerlerden biri şirketlerdir.

  • “Benim fikrim, benim projem, benim başarılarım.”

  • Takımın emeği yok sayılır, bireysel övgü ön plana çıkar.

  • Sonuç? Çalışan motivasyonu düşer, verimlilik azalır, şirket kültürü zarar görür.

Bir ekosistem yerine egosistem kurmak kısa vadede parlayıp uzun vadede çöküşe götürür.


💔 İlişkilerde egosistem

“Ben sana şunu yaptım, sen bana ne yaptın?”
Bu bakış açısı, sevgiyi pazarlığa çevirir.
Gerçek bağ biz dilinden beslenirken, egosistem sürekli ben dilini besler.


🌱 Ekosistem mi, egosistem mi?

Ekosistemde: Paylaşım, uyum, denge
Egosistemde: Rekabet, çatışma, yalnızlık

Birinde herkes kazanır, diğerinde herkes kaybeder.


🎯 Çıkış yolu

  • Daha çok dinlemek, daha az konuşmak

  • “Ben” yerine daha çok “biz” demek

  • Başkalarının katkısını görmek ve takdir etmek

  • Ortak faydayı kişisel faydanın önüne koymak


✨ Hayat aslında basit bir soru soruyor:
Ekosistemi mi büyüteceksin, yoksa egosistemde boğulacak mısın?


💬 Peki siz iş hayatınızda daha çok neyle karşılaşıyorsunuz?

  • Birbirini destekleyen ekosistemler mi,

  • Yoksa her şeyi yutan egosistemler mi?



27 Eylül 2025 Cumartesi

🐢⚡ Festina lente: “Yavaşça acele et” sanatı

Modern hayat bizden hep hız ister:
Daha hızlı kararlar, daha hızlı projeler, daha hızlı terfiler… 🚀
Ama işin ironik tarafı şu: En hızlı olanlar çoğu zaman en çok hata yapanlar oluyor.

Tam da bu noktada eski bir Latin deyişine kulak vermek lazım:

👉 Festina lente = “Yavaşça acele et.”


🎭 Tarihten bugüne bir felsefe

Bu sözü ilk kullananlardan biri Roma İmparatoru Augustus’tu.
Ordularına ve yöneticilerine sık sık şöyle derdi:
⚖️ “Acele et ama sabırlı ol. Çünkü acele edersen hata yaparsın, çok yavaş olursan fırsatı kaçırırsın.”

Başka bir deyişle:
👉 Hız ve özen arasında ince bir denge kurmak.


💼 İş dünyasında Festina lente

  • Toplantılar: Karar almak için baskı vardır, ama hızlıca verilen yanlış kararlar milyonlara mal olabilir.

  • Kariyer: Hızlı yükselmek isteyen biri, öğrenme aşamalarını atladığında kısa sürede “tükenmişlik” yaşar.

  • Projeler: “Bir an önce bitsin” diye aceleyle yapılan işler, sonradan düzeltme maliyetiyle iki kat zaman alır.

Gerçek başarı akıllı bir yavaşlıkla gelir.


🧘 Günlük hayatta Festina lente

  • Yemeğini hızlıca yemek yerine tadını çıkarmak

  • Koşar adım yaşamak yerine bazen durup manzarayı izlemek

  • Telefonu sürekli kontrol etmek yerine anda kalmak

Çünkü hızlı yaşamak aslında çoğu zaman anlamı kaçırmak demektir.


🎯 Peki neden önemli?

“Festina lente” bize şunu hatırlatıyor:
➡️ Sürdürülebilir hız uzun vadede hem işte hem özel yaşamda daha verimli.
➡️ Gerçek liderler sadece hızlı koşanlar değil; gerektiğinde frene basıp doğru yolu seçebilenlerdir.


✨ Belki de hepimizin ihtiyacı olan şey Augustus’un öğüdünü yeniden hatırlamak:
“Yavaşça acele et, çünkü akıllıca hız budur.”


💬 Peki sizce günümüz iş dünyasında daha çok hangi problem var:

  • Gereksiz yavaşlık mı,

  • Yoksa tehlikeli acelecilik mi?


21 Eylül 2025 Pazar

Betterment burnout: Kendini geliştirme çılgınlığında tükenmek 🔥📚

Hiç durmadan “daha iyi ben” peşinde koşuyor musunuz?

  • Daha fazla kitap okumalısın! 📖

  • Daha sağlıklı beslenmelisin! 🥗

  • Daha çok spor yapmalısın! 🏋️‍♂️

  • Daha üretken olmalısın! ⏰

Derken bir bakmışsınız, gelişim yolculuğunuz bir mutluluk kaynağı değil, stres ve yorgunluk deposu haline gelmiş. İşte buna betterment burnout deniyor: “Kendini geliştirme uğruna tükenmek.” 


Peki neden oluyor? 🤯


1) Bitmeyen hedefler: Birini başarmadan diğerine geçiyoruz.

2) Kusursuzluk takıntısı: “Daha da iyisi var” düşüncesi tatmin olmamızı engelliyor.

3) Karşılaştırma tuzağı: Sosyal medyada “5’te kalkıp 10 km koşan” insanlar görünce suçluluk hissetmek

4) Dinlenmeyi ihmal etmek: Gelişim için çıktığımız yolda “gelişimin kendisi” yüzünden yorulmak


Belirtiler 🚨

  • Hiç bitmeyen yapılacak listeleri

  • Sürekli “yetersizim” duygusu

  • Her eğlenceli aktiviteyi bile “verimli olmalı” diye baskılamak

  • Tatil bile yaparken “kişisel gelişim kitabımı yanımda getirmeliyim” düşüncesi

Tanıdık geldi mi? 😅


Betterment burnout’tan kurtulma rehberi 🌿

🔹 Küçük zaferleri kutla: Bir hedefi tamamladığında tadını çıkar.
🔹 Hedef değil, süreç odaklı ol: “Okuduğum 20 kitap” yerine “okurken aldığım keyif.”
🔹 Molaları planla: Hiçbir şey yapmamak da gelişimin bir parçası.
🔹 Kendine esneklik tanı: Mükemmel olma baskısını bırak.


Eğlenceli bir bakış açısı 😎

Belki de “her gün daha iyi ben” yerine bazen “bugünlük yeterince iyi ben” demek lazım.
Sonuçta:

  • Pizza yerken kitap özeti çıkarılmaz 🍕

  • Spor yaparken TED talk dinlemek zorunlu değil 🎧

  • Tatilde e-mail temizlemek gelişim değil, işkoliklik 😅


Son söz 🌈

Kendini geliştirmek harika bir yolculuk. Ama gelişimin kendisi için değil, hayatı daha anlamlı kılmak için yola çıkarsak… tükenmeden ilerleyebiliriz.

Unutmayın: “Daha iyi ben” bazen sadece “rahat bir ben” olabilir. 💫


Blue monday: Yılın en depresif günü mü, yoksa pazarlama harikası mı? 💙

Ocak ayının 3. Pazartesi'si… Takvimlerde sıradan bir gün olabilir ama popüler kültürde adı: Blue mondayYani “yılın en depresif günü.” 😔

Ama gelin görün ki bu kavramın ardında hem biraz bilim, hem bolca pazarlama var.


Blue monday nereden çıktı? 🤔

2005’te bir psikolog hava durumu, tatil sonrası borçlar, yeni yıl kararlarının bozulması ve düşük motivasyon gibi faktörleri hesaba katarak bir “denklem” yayınladı.
Sonuç: Ocak ayının 3. Pazartesi'si moralin dip yaptığı gün ilan edildi.

Kulağa mantıklı geliyor değil mi?

  • Hava kapalı

  • Tatil bitmiş

  • Cüzdan boşalmış

  • Spora başlama kararı 2. haftada çöpe gitmiş…

Ama işin perde arkasında küçük bir detay var: Bu “araştırma” aslında bir seyahat şirketinin reklam kampanyasının parçasıydı! ✈️


Pazarlama harikası 🎯

Düşünsenize: İnsanların depresif hissettiği bir günü “tatil rezervasyonu yapma zamanı”na çevirmek! Blue monday o günden beri markalar için bolca kullanılan bir pazarlama fırsatına dönüştü.

“Morali düzeltmek için alışveriş yap, tatile çık, çikolata ye!” Kısacası: Depresyon pazarlanabilir hale geldi.


Peki gerçekten en depresif gün mü?

Psikologlar diyor ki: Hayır.
İnsan duyguları bir formüle sığmaz. Kimi için Ocak ayı zor geçer, kimi için yepyeni başlangıçların ayıdır.

Yani Blue monday biraz mit, biraz bahane.


Eğlenceli bakış açısı 😅

Belki de Blue monday’i “en depresif gün” değil de “bahane günü” olarak görmek daha keyifli:

  • Diyete ara vermek için

  • Spora gitmemek için

  • Bir fincan ekstra kahveyi haklı çıkarmak için…
    Mükemmel fırsat! ☕🍫


Ne yapmalı? 🌈

Blue monday’de moralinizi yükseltmek için:

  • Küçük mutluluklar planlayın

  • Bir arkadaşınızı arayın

  • Kendinize ufak ödüller verin

  • Ve unutmayın: Takvimdeki tek bir gün ruh halinizi tanımlayamaz.


💡 Son söz:
Blue monday aslında depresyon değil, belki de bize şunu hatırlatıyor: “Mutluluk da mutsuzluk da bizim elimizde.”
Mavi Pazartesi'yi griden renklendirmek sizin tercihiniz! 💙✨


Compassion Quotient (CQ): IQ ve EQ yetmedi, şimdi de CQ zamanı!

Bir dönem hepimiz IQ (zeka katsayısı) ile yarışıyorduk.
Sonra EQ (duygusal zeka) geldi, “başarı için sadece akıl yetmez, empati de lazım” dedik.

Şimdi yeni kahraman sahnede: Compassion Quotient – şefkay katsayısı (CQ). 🌱 


Peki CQ nedir? 🤔

CQ başkalarının acısını fark etme, anlamlandırma ve harekete geçme kapasitemiz. Sadece empati kurmak değil; aynı zamanda şefkatle destek vermek, yardımcı olmak.

Yani CQ’su yüksek biri:

  • Arkadaşının zor gününde yanında olur

  • İş yerinde ekibin tükenmişliğini fark eder

  • Toplumda duyarsız kalmaz.


Neden önemli?

Modern dünyada başarıyı sadece “kafası çalışan” değil, “kalbi çalışan” insanlar elde ediyor.
Harvard Business Review’un deyimiyle:
👉 “Yüksek CQ ekip bağlılığını artırıyor ve liderliği sürdürülebilir kılıyor.”


Günlük hayattan komik bir örnek 😅

Hepimizin hayatında şu tip biri olmuştur:
Ofiste doğum günü pastasını bölerken en küçük dilimi sana denk getiren arkadaş… İşte CQ’su düşük olan o! 🙃
Ama bir de kendi payını bırakıp başkasına veren gönülden gülümseyen kişiler vardır. İşte onlar yüksek CQ örneği.


İş dünyasında CQ 🌍

Bugünün liderleri artık yalnızca “hedef odaklı” değil, “insan odaklı” olmak zorunda.

  • IQ ile analizi yaparsın

  • EQ ile insanı anlarsın

  • Ama CQ ile güven ve sadakat kazanırsın.

Yani kısacası: Çalışanlar patron değil, lider arıyor. Liderler ise artık şefkat katsayılarıyla sınanıyor.


CQ’nuzu nasıl yükseltirsiniz? 🚀

  • Dinleyin: Gerçekten, samimi bir şekilde

  • Fark edin: Başkalarının duygu ve ihtiyaçlarını gözlemleyin.

  • Harekete geçin: Küçük yardımlar bile büyük fark yaratır.

  • Kendinize de şefkat gösterin: Unutmayın, boş kupadan kahve ikram edemezsiniz. ☕


💡 Son söz:
IQ sizi sınavdan geçirir, EQ ilişkileri yürütür, ama CQ dünyayı güzelleştirir. 🌍
Artık yeni soru şu: “Senin Compassion Quotient’in kaç?”


20 Eylül 2025 Cumartesi

Zeus sendromu: Gücü elinde tutma takıntısı

Mitolojide Zeus göklerin hakimi, şimşeğin efendisi, Olimpos’un tartışmasız lideriydi. Gücü elinde tutmakla öylesine takıntılıydı ki sürekli çevresindekileri kontrol altında tutmaya çalıştı.

Modern dünyada bu tavrın bir adı var: “Zeus sendromu”.


Zeus sendromu nedir? ⚡

Kısaca: Gücü kaybetme korkusu yaşayan, otoritesini sürekli hissettirmeye çalışan kişilerin davranış biçimi.

  • İş dünyasında: “Her şeyden haberim olacak, her karar benden geçecek” diyen patron tipi.

  • İlişkilerde: Partnerinin üzerinde kontrol kurmaya çalışan kişi.

  • Günlük hayatta: “Ben bilirim” tavrından asla vazgeçmeyen arkadaş.


Belirtilerini tanıyın 🔎

Birinde (ya da belki sizde 👀) Zeus sendromu varsa genellikle:

  • Kontrolü kaybetmekten büyük korku yaşar.

  • Söz hakkı bırakmaz, sürekli “ben” odaklı konuşur.

  • Astlarına, partnerine veya çevresine güvenmekte zorlanır.

  • Karar süreçlerini tekeline almak ister.


İş dünyasında Zeus’lar

Kurumsal hayatta Zeus sendromu bazen “mikro yönetim” bazen de “otoriter liderlik” olarak karşımıza çıkar. Sonuç?

  • Takım motivasyonu düşer

  • Yaratıcılık körelir

  • İnsanlar “görünmez zincirlerle” iş yapar hale gelir.


Eğlenceli bir perspektif 🎭

Düşünün: Bir toplantıdasınız, herkes bir şeyler anlatıyor ama “son söz” için gözler hep aynı kişiye dönüyor. Çünkü o kendini Olimpos’un zirvesinde görüyor. Oysa modern iş dünyasında en büyük güç yetkiyi paylaşmakta saklı.


Çözüm: Şimşeği paylaşmak ⚡🤝

  • Güveni artırın: İnsanlara inisiyatif verin.

  • Yetki devredin: Gücü paylaşmak sizi küçültmez, aksine büyütür.

  • Kendi egonuzla yüzleşin: “Her şeyi ben bilirim” tuzağına düşmeyin.


💡 Son söz:
Zeus sendromu aslında çağımızın görünmez krizlerinden biri. Güce tutunmak yerine onu paylaşabilenler hem iş dünyasında hem de ilişkilerde çok daha sağlıklı bağlar kuruyor.
Unutmayın: Gerçek liderlik şimşeği tek başına tutmak değil, ışığı başkalarıyla paylaşmaktır.


İlişki dünyasında "orbiting": Çevrende dönüp duranlar

Aşk ilişkilerinde her dönem yeni bir terim türeyip hayatımıza giriyor, şimdi de sırada “orbiting” var. Türkçesiyle “yörüngede dolaşma”. Ama konumuz NASA değil, kalp işleri. 🚀❤️


Peki "orbiting" nedir?

Orbiting birinin sizinle romantik ilişkiyi sürdürmemesi ama tamamen de kopmaması anlamına geliyor.
Yani:

  • Mesajlara dönmez

  • Görüşme teklifini reddeder,
    Ama…

  • Hikayelerinizi izler

  • Paylaşımlarınızı beğenir

  • Sizi sosyal medyada “yörüngede” tutar.

Kısacası gitmiyor, gelmiyor, ama sürekli “orada bir yerde” varlığını hissettiriyor.


Neden yapılıyor?

🔍 Kontrol isteği: “Acaba hala beni düşünüyor mu?” merakı
🌀 Ego besleme: Kendi değerini başkasının ilgisiyle ölçme
😅 Cesaretsizlik: Açıkça kopmaya ya da netleşmeye cesaret edememe


Orbiting’in etkileri

İlk başta “Aaa, hala ilgileniyor galiba” diye hoşunuza gidebilir.
Ama zamanla:

  • Belirsizlik yaratır

  • İlerlemeyi engeller

  • Duygusal enerjinizi emer.

Çünkü kalbiniz “ya dönerse?” sorusuyla hep açık kapı bırakır.


Eğlenceli bir örnek 🎭

Düşünün ki ilişkiniz bitti, siz yolunuza devam ediyorsunuz. Ama eski sevgiliniz:

  • Storylerinizi kaçırmıyor

  • Doğum günü postunuza kalp bırakıyor

  • Ama kahve içme teklifinize gelmiyor.

İşte bu tam bir “orbiting vakası”! 🚀


Çözüm: Yörüngeden çıkmak

  • Sınır koyun: Sosyal medyada kontrolü ele alın.

  • Net olun: Belirsizliğe tahammül etmeyin.

  • İleriye bakın: Unutmayın, gerçek bağlar yüz yüze kurulur, story beğenileriyle değil.


💡 Son söz:
Orbiting modern flört dünyasının en sinir bozucu “gölge oyunlarından” biri. Kısmen var, kısmen yok… Ama unutmayın: Birinin yörüngesinde dolanmak yerine kendi merkezinizi oluşturmak çok daha kıymetli. 🌍✨


19 Eylül 2025 Cuma

İlişki dünyasında man keeping: “Erkek tutma sanatı”

Aşk ilişkileri tarih boyunca farklı dönemlerde farklı kavramlarla tanımlandı. “Ghosting”, “benching”, “gaslighting” derken şimdi karşımıza çıkan yeni bir kavram var: “Man keeping”. Türkçeye çevirecek olursak “erkek tutma sanatı”. Ama bu “birini zorla elde tutmak”tan ziyade ilişkilerdeki görünmez dinamiklere dikkat çeken bir tanım.


Peki “man keeping” nedir?

Kısaca: Bir kadının ilişkiyi ayakta tutabilmek için gereğinden fazla çaba harcaması.
Yani:

  • Mesaj atan hep o

  • Plan yapan hep o

  • Krizleri çözen hep o

  • İlişkinin enerjisini sırtlayan yine hep o.

Kulağa tanıdık geldi mi? 😊

Bu durumda erkek tarafı daha edilgen kalırken ilişkiyi “yaşatmak” kadının omuzlarına yükleniyor. İşte buna man keeping deniyor.


Neden ortaya çıkıyor?

  • Toplumsal roller: “Kadın ilişkide emek vermeli” klişesi hala birçok ilişkide baskın.

  • Kayıp korkusu: “Ya giderse?” endişesi kadını daha çok efor sarf etmeye yöneltebiliyor.

  • Alışkanlık: Erkek tarafı pasif kalmaya alıştığında bu döngü kendiliğinden sürüyor.


Sonuçları ne oluyor?

Kısa vadede ilişki yürüyormuş gibi görünebilir. Ama uzun vadede:

  • Taraflardan biri tükeniyor

  • Eşitsizlik hissi büyüyor

  • İlişkinin dengesi bozuluyor.

Ve sonunda ilişki ya tek taraflı fedakarlığa hapsoluyor ya da sessizce bitiyor.


Eğlenceli bir test! 🎭

Şimdi kendinize sorular:

  • Mesaj atmayı bıraksam ilk adımı kim atar?

  • Plan yapmayı bıraksam buluşmalarımız yine olur mu?

  • Tartışmada çözüm aramasam ilişki ilerler mi?

Cevaplarınız hep aynı kişiyi işaret ediyorsa… evet, man keeping döngüsünün içindesiniz demektir.


Peki çözüm?

  • Dengeyi fark etmek: İlişkide yükün kimde olduğunu görmek ilk adım.

  • Açık iletişim: “Hep ben uğraşıyorum” demek yerine beklentileri netleştirmeli.

  • Ortak sorumluluk: İlişkiler tek kişilik tiyatro değildir; herkes sahneye çıkmalı. 🎭


💡 Son söz:
“Man keeping” aslında modern ilişkilerin görünmeyen tuzaklarından biri. Çünkü sevgi tek taraflı gayretle değil, ortak çabayla büyüyor. İlişkinizi ayakta tutmak istiyorsanız tek kişilik “ilişki kahramanı” rolünden çıkın. İlişkinin kahramanı iki kişidir.


15 Eylül 2025 Pazartesi

5 günde İsviçre: Çikolatanın, saatin ve tarihin izinde bir yolculuk

İsviçre… Çoğumuzun aklına ilk gelenler çikolata, saat ve Alpler. Ama bu küçük ülke yalnızca doğasıyla değil; tarihi, kültürel dokusu ve şaşırtıcı toplumsal dinamikleriyle de insanı büyülüyor. İşte benim 5 günlük İsviçre yolculuğumdan notlar;

1. gün: Zürih’te ilk buluşma

Tur ekibimizle İsviçre’ye adım attığımız an “dakiklik” kelimesinin burada başka bir seviyede yaşandığını hemen hissettim. Ülkenin referandumlarla işleyen doğrudan demokrasisi, 12 yıl vergi ödeyerek kazanılan vatandaşlığı ve “polis toplumu” algısı kulağa sert gelebilir, ama bir yandan da burası güvenlik ve düzenin sembolü.

Ve elbette: Alplerin kalbinde musluktan suyun şelale tadında aktığı bir ülke!

Zürih’te günümüzü gölde iki saatlik tekne turuyla açtık. Şehir ihtişamını hem doğadan hem tarihten alıyor. Bahnhofstrasse’de dünyanın en pahalı mağaza kiralarının ödendiği caddede yürürken kendimi vitrinlerin değil de fiyat etiketlerinin turisti gibi hissettim. Limmat Nehri, Fraumünster kilisesi, Grossmünster manastırı ve St. Peterskirche derken şehri adeta zamanın içinde gezdim. Burjuva havası hala caddelerde hissediliyor.




2. gün: Heidi’nin köyünden Luzern’in hüznüne

Sabahı Grindelwald kasabasında karşıladık. 1.000 metre rakımıyla burası tam bir Alp masalı. Heidi’nin çizgi filmde bize hissettirdiği natürel yaşam burada gerçek. İsviçrelilerin mantar toplamak için bile sertifika programına sahip olduklarını öğrenince gülümsemekten kendimi alamadım. :) Doğadan ekonomiye uzanan yolculuk kasabayı hayvancılıktan turizm cennetine dönüştürmüş.

Öğleden sonra Luzern’deyiz. Mark Twain’in “dünyanın en hüzünlü heykeli” dediği Aslan anıtı 1789 Fransız devrimine atıfta bulunuyor ve İsviçrelilerin onuruna ithaf edilmiş. Şehirde ahşap yapılı Şapel köprüsünü geçerken kendimi orta çağ masalında buldum. Luzern’in merkezinde dolaşmak İsviçre’nin tarihi ile bugünü harmanlama sanatına şahit olmak gibi...






3. gün: Bern’den Cenevre’ye

3. günümüzde başkent Bern’deyiz. Ortaçağ mimarisinin ve Protestan ruhunun hala canlı olduğu bu şehirde sade bir yaşam felsefesi hissediliyor. Gotik Münster manastırı, Einstein’ın evi, Zytglogge saat kulesi derken zaman kavramı burada ayrı bir anlam kazanıyor. İsviçre ordusunun bağlı olduğu kent olması da Bern’e stratejik bir ağırlık katıyor.

Ardından Cenevre… Tam bir Frankofon başkenti. BM’nin yönetici ofisini dışarıdan da olsa görmek diplomasinin kalbinde dolaşmak gibiydi. Rhone nehri, Montblanc köprüsü, İngiliz parkı derken kendimi bir dünya mozaiğinin içinde buldum. Rousseau adası’nda toplumsal sözleşmenin izleri, St. Pierre katedralinde ise sekülerliğin ve protestanlığın kökleriyle yüzleşmek… Cenevre felsefe ile politikanın harmanlandığı bir kent olarak akıllarda kaldı.




4. gün: Lozan’dan Montrö’ye tarih yürüyüşü

Bugün adeta tarih dersi gibiydi. Lausanne Türkiye Cumhuriyeti’nin “tapu belgesi” niteliğindeki 1923 Lozan anlaşmasına ev sahipliği yapmış. Şehirde Palais de Rumine’de bu tarihi imzaların atıldığı mekanı görmek bir Türk vatandaşı olarak oldukça duygulandırıcıydı. Notre Dame katedrali ve Chateau de Chillon ile de şehrin Ortaçağ ruhu yaşatılıyor.

Ardından Montreux… 1936 Montrö Boğazlar sözleşmesinin imzalandığı saraydaydık. Günümüzde bile Kanal İstanbul tartışmalarında adı geçen bu anlaşmanın doğrudan mekanında bulunmak tarihi kağıt üzerindeki satırlardan çıkarıp taş duvarlara dokunmak gibiydi.




5 günlük İsviçre turundan aklımda kalanlar

İsviçre saatlerin dakik, çikolatanın tatlı ama tarihin hiç de yumuşak olmadığı bir ülke. Küçük bir coğrafyada hem doğanın huzurunu hem de siyasetin keskinliğini hissetmek mümkün.

Bana kalırsa İsviçre’nin en büyük sırrı şu: Dışarıdan sakin görünen bir gölün altında; tarih, kültür ve politika sürekli hareket halinde.

14 Eylül 2025 Pazar

Hayalet iş ilanları: Başvurdunuz ama aslında o iş yoktu! 👻💼

LinkedIn’de geziyorsunuz, karşınıza rüya gibi bir iş ilanı çıkıyor. “Tam bana göre” diyorsunuz, CV’nizi güncelliyor, motivasyon mektubunuzu hazırlıyorsunuz. Sonra?
Ya hiç geri dönüş olmuyor ya da ilan sonsuza kadar orada öylece kalıyor. İşte karşınızda: Hayalet iş ilanları!


Hayalet iş ilanı nedir?

“Ghost job postings” olarak bilinen bu kavram aslında şirketlerin gerçekte doldurma niyetinde olmadıkları ya da çoktan doldurulmuş pozisyonları internette tutmaya devam etmeleri demek.
Yani bir bakıma iş arayanlar için bir umut ışığı gibi görünse de aslında ortada hiç olmayan bir fırsat var.


Peki şirketler neden bunu yapıyor?

Hayalet ilanların ardında birkaç sebep yatıyor;
Yetenek havuzu oluşturmak → “Belki ileride lazım olur” diye CV toplamak
Şirketin büyüyor imajını yaratmak → “Bakın biz sürekli işe alıyoruz” mesajı vermek
İçerideki terfiyi gizlemek → Pozisyon çoktan doldurulmuş ama ilan hala açık
İK departmanı KPI’si → Bazen sırf süreç işlesin diye!


İş arayanlar üzerinde etkisi

Hayalet ilanlar adaylarda moral bozukluğu, zaman kaybı ve motivasyon düşüklüğü yaratıyor. “Bana geri dönüş olmadı, demek ki yeterli değilim” diye düşünebiliyoruz. Halbuki sorun bizde değil, o işin aslında hiç var olmamasında!


Biraz da mizah katarsak 🎭

Hayalet iş ilanları aslında iş dünyasının “online flört”üne benziyor.
Profil var, kişi yok.
Mesaj atıyorsun, cevap gelmiyor.
Hayaller: iş görüşmesi… Gerçekler: hayalet sessizliği.


Hayalet ilanlarla karşılaşınca ne yapmalı?

İlanın yayınlanma tarihine dikkat edin. Aylarca yayında duran ilanda bir tuhaflık olabilir.
Ağ kurun. Gerçek fırsatlar çoğu zaman ilanlarda değil, bağlantılarda gizlidir.
Moral bozmayın. O işin yokluğu sizin yeterliliğinizle ilgili değil.


💡 Son söz: Hayalet iş ilanları iş arama sürecinin en sinir bozucu “plot twist”lerinden biri. Ama unutmayalım: Gerçek işler hayalet gibi görünmez; fırsatlar sonunda hep kendini belli eder.


👉 Peki siz hiç hayalet iş ilanına başvurduğunuz oldu mu?
Yorumlarda paylaşın, bakalım en ilginç “görünmez iş” hikayesi kimin! 👻💼


Friendflation: Arkadaşlığın yeni enflasyonu

Arkadaş buluşmaları ne zamandan beri bu kadar pahalı hale geldi? 🤔

Bir zamanlar bir kahve ve sohbet yeterken artık doğum günü kutlamaları 5 yıldızlı otel brunch’larında, bekarlığa veda partileri yurtdışı turlarında, düğünler ise mini festival boyutlarında yapılıyor. İşte bu duruma verilen yeni isim: Friendflation


Friendflation nedir?

“Friend” (arkadaş) ve “inflation” (enflasyon) kelimelerinin birleşiminden doğan bu kavram arkadaşlık ilişkilerinde sosyal harcamaların giderek artması anlamına geliyor.

Eskiden “çay bahçesinde buluşalım” denirdi, şimdi “Instagram’da paylaşmalık rooftop bar’a mı gitsek?” diye konuşuluyor. Arkadaş çevresi büyüdükçe etkinliklerin sayısı ve maliyeti de aynı hızla artıyor.


Nerelerde karşımıza çıkıyor?

  • Doğum günleri: Pastayı evde üflemek tarihe karıştı. Şimdi konsept partiler var.

  • Düğünler: “Zarfın kalın olsun” baskısı bütçeleri sarsıyor.

  • Bebek kutlamaları (baby shower & gender reveal): Bir doğumdan önce bile iki etkinlik çıkarmayı başardık!

  • Yurtdışı arkadaş buluşmaları: “Hadi hep beraber Barcelona’ya!” cümlesi kredi kartı limitinizi titretiyor.


Peki neden Friendflation yaşıyoruz?

  • Sosyal medya etkisi: Paylaşılabilir anlar yaratma baskısı

  • Grup baskısı: “Herkes gidiyor, ben gitmezsem ayıp olur.”

  • Gösteriş ekonomisi: Daha pahalı, daha havalı, daha çok beğeni!


Eğlenceli ama yorucu bir trend

Arkadaşlarımızla vakit geçirmek elbette çok kıymetli. Ama işin içine finansal stres girince eğlenceli buluşmalar zamanla yük haline gelebiliyor.
Arkadaşlığın ölçüsü hediyenin fiyatı veya mekanın şıklığı değil, birlikte geçirilen kaliteli zaman olmalı.


Peki çözüm ne?

  • Samimi ve düşük bütçeli buluşmaları yeniden hayatımıza almak

  • “Hayır” diyebilmeyi öğrenmek

  • Arkadaş grubunda açık açık konuşmak: “Bu etkinlik bütçemi zorluyor.”


💡 Son söz: Friendflation arkadaşlığın tadını kaçıran bir enflasyon türü.
Ama unutmayalım; gerçek dostluk en pahalı restoranda değil, en samimi sohbette değerini bulur.


👉 Siz de hiç “Friendflation” mağduru oldunuz mu?
Yorumlarda paylaşın, bakalım en ilginç hikaye kimin! 🎉